Yalnızlık Duygusundan Beyinsizliğe Geçiş
Kalabalık bir topluluk içindeydi ama yalnızdı... Oğuz Atay'ın en sevdiğim kısa öykülerinden biri olan Beyaz Mantolu Adam öyküsü bu şekilde başlıyor. Ben ilk defa bu öyküyü okuduğumda ve daha sonralarında da birkaç defa bu cümleyi okuduktan sonra öyküye giriş yapabildim. Oğuz Atay'ın öyküsündeki Beyaz Mantolu Adam gibi pek çoğumuz zaman zaman veya sıklıkla bu yalnızlık duygusu içinde kendimizi bulmuşuzdur: kalabalık, çok kalabalık içinde bedeninden çıkarak bulunduğun ortamdaki yalnızlığına dışarıdan bakma durumu. Bazı zamanlar yalnızlık duygusu iki güçlü ele dönüşüyor ve beni kuvvetli şekilde boğuyor, nefes alamadığım ve yüzümü, nefes alamadığım için, morardığı noktaya kadar boynumdan sıkıyor. Ve bir noktada başım bedenimden uçuyor, patlıyor. Beynimdeki düşünceler, geçmiş ve gelecek ve şu an birbirine giriyor. Ama nasıl rahatlıyorum... O kuvvetli eller geri çekiliyor. Nefes almaya tekrar başlıyorum, ilkte acılı birkaç öksürük sonrasında sıkıca gözlerimi kapıyorum, gözümün önüne hiçbir şey gelmiyor. Nerede olduğum, ne yaptığım, kim olduğum ve bunlar gibi kendime, bulunduğum mekana dair bilgim yok. Beynim yok. Etrafıma bakınıyorum insanlardan çıkan uğultular.. Büyük bir kalabalığın içinden geçiyormuşum meğer. Bir anda yaşıyorum o yalnızlık duygusunu ve yoluma devam ediyorum...
Bir sabah uyandığımda kendimi kötü hissedip gün içinde evde kalırsam da binge eating yaşama ihtimalini düşüşnerek evden çıkma, o günü kendime zaman ayırma kararı aldım. Beyoğlu sinemasında gösterimde olan The Spider and The Girl filmi için bilet aldım. Biletimi aldığım saatte sinemadaydım. Koskoca sinema salonunda sadece 7 kişi vardı ve bu sayıyı tek sayı yapan kişi bendim. Üç çift ve bir tek ben. Yalnız hissettim. Hem fiziksel hem de his olarak yalnız olduğumu hissettim, gördüm. Sinema çıkışında çıkanlar kendi arasında "nerede yiyelim?" sorularını sorarken ben de kendi iç sesimle her zaman olduğu gibi nerede yemek yesem diye karar veriyordum. Hazır mevsimiyken mezgit yemek istedim. Mezgitimi yedikten sonra İstiklal'de yürüdüm. Cihangire inip orada bir kafeye oturdum. Kafeler... kafelerin bir külütürü vardır ülkemizde. Kafelere eş dostla sohbet etmeye gidip orada saatlerce oturursun. Bu nedenle kafeye tek gitmek her şeyden çok garipsenir. Tek başına kafeye gitiysen kafanı kaldırmaya cesaret etmek de zordur. Meşgül görünme, bir işi yapıyormuş gibi durma ihtiyacı hissedersin. Kulaklığını takar, bilgisayarına, telefonuna kahveni bitirene kadar bakarsın. Kafanı kaldırıp kimseyle göz göze gelmek istemezsin, çünkü bilirsin ki eğer kafanı kaldırıp biriyle göz göze gelirsen o kişi veya kişilerin bir acıma duygusuyla bir gülümseyişleri olacaktır ya da meraklı bakışları. Meraklı diyorum çünkü kimi kalabalık içindeki yalnızlar, fiziken yalnız insan gördüklerinde buna imrenerek bakabiliyorlar.
Yoluma devam ederken kendimi ve yaşadığım bu ani boğulmayı da düşünüyorum. Tabi patlayan beynim çoktan eski yerini almış, kafatasıma tekrar yerleşmişti ve geçmiş, gelecek ve şu an varlıklarını sürdürmeye devam ediyordu. Artık bilinçli şekilde yalnızlık duygusunu yaşıyordum. Fakat o an, yalnızlık duygusunun yerini fiziken yalnız olduğum gerçeği almıştı. Evet, fiziken yalnızdım. Ama yalnız hissedemeceğim kadar diğer insanlara çok benziyordum. Sahte veya içten samimi gülüşleri, anlattıkları hikayeleri büyük heyecanla anlatmaları veya kafalarını telefondan kaldırmadan yanındakini dinleyenler... Hepsinde bir parça kendimi buluyordum. Ne kadar benzer varlıklar olduğumuz farkındalığı yalnızlık duygumu dindirmişti. Herkesin tıpkı hiç birbirine değmeden yağan kar taneleri gibi tek ve yalnız olduğunu görebiliyordum. Hayatlarımız, yaşamlarımız... her ne kadar yakın ilişkiler içinde olsak da kar taneleri gibiydik. Fakat aynı zamanda müthiş bir özveriyle kendimizden ve benliğimizden ayrılıyor ve bir topluluklara karışıyorduk. Kar taneleri artık kar toplarına dönüşüyordu. Bir kalabalık içindeydik. Hemen eriyip yok olmamak içine girdiğimiz kar topundaydık. Artık ömrümüzü uzatmıştık. Kar topları o kadar sıkıştırılmıştı ki artık buza dönüşmüştü ve artık bizler büsbütün birbirmize benziyorduk; kimse yalnız olamazdı.
Cihangir'deki kafeden çıktıktan sonra Mahmutbey'deki evime dönmek istedim. Aile evinde yaşıyorum. Ailemle yaşamak zaman zaman bendeki yalnızlık duygusunu çok daha büyütüyor. Bir insanın ailesine karşı yabancı olması, ailesinden farklı olması yalnızlık duygusunu büyüttüğüne inanıyorum. Düşünün, aile ilk sosyalleştiğimiz insanlar. Hayatımızda ilk sosyalleştiğimiz insanlara karşı dahi bu yabancılık duygusunu hissediyorsak nasıl olur da diğer yakın ilişkilerde bu duyguyu hissetmeyelim? Kendini hep farklı tanıtmak zorunda olduğun veya farklı olduğunu gösterdiğin ve kendini hep kabul ettirme çabasında içinde olduğun bir aile ortamından sonra arkadaşlıkta veya romantik bir ilişkide kendimizi nasıl yalnız hissetmeyelim? Kendimi yaşadığım dünyaya soyutlamayı öğrendim. Kalabalık bir arkadaş grubunda da bir an için kendimi mekandan soyutluyor ve durağan şekilde duruyorum. Yabancılık hissiyatı o an tekrar kendini gösteriyor. Kahkaha atıyorum, en alakasız şeylere. Kimse fark etmeden derin nefes almamı sağlayan şey. Çünkü yalnızlık hissi tekrar boğmaya çalışıyor beni.
Kar topu buza dönüşütü. Fakat artık güneş doğdu, tüm kar topları yavaş yavaş eriyor. Ve zamanla hiç kar topu kalmıyor.
Çok sevdiğim bir müziği ve yazıma ilişkin anlamlı klibini sizlerle de paylaşmak istiyorum:
https://www.youtube.com/watch?v=u2yN95WByjY
Okuduğunuz için teşekkür ederim
Comments
Post a Comment